Son günlerde medyada geniş yer bulan bir dava, toplumda büyük bir infial yarattı. Bir kadın cinayeti davasında, sanığın savunma stratejisi olarak kullandığı "erkek olarak doğdu" ifadesinin yalan olduğu tespit edildi. Bu olay, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılık konularındaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Türkiye'nin dört bir yanında kadınların güvenliği ve hakları için verilen mücadele, adalete olan inancı sorgulatıyor. İlk olarak 2022 yılında meydana gelen bu cinayet için açılan davada, mahkeme süreci karmaşık ve gergin geçmişti.
2022 yılında gerçekleşen cinayet, mahalledeki bir kadının, eski eşi tarafından öldürülmesiyle gündeme geldi. Sanık, cinayet sonrasında verdiği ifadelerde, "Ben bir erkek olarak doğdum ve bu nedenle bu kadın bana karşı durmadı. Onunla bir sorun yaşamazdım" şeklinde açıklamalarda bulundu. Bu tür bir yaklaşımın, toplumda kadınları marjinalleştirip erkek egemen bir dilin yeniden üretimi olduğu açıktı. Olay sonrası kamuoyunda oluşan tepkiler, adalet sisteminin ne denli sorgulanabilir olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Davanın ilk duruşmasında hakime, sanığın geçmişine dair kapsamlı bir inceleme yapması önerildi. Bununla birlikte, adli tıp uzmanlarının ve psikologların raporları eşliğinde sanığın mental durumu sorgulanmaya başlandı. Ancak sanığın, kadın cinayetlerini mevcut toplumsal cinsiyet normlarının bir yansıması olarak görmesi, mahkeme sürecini karmaşık bir hale getirdi. İlk duruşmada kadın hakları savunucuları ve feminist gruplar, adaletin yerini bulması için mahkeme önünde toplandılar.
Mahkeme süreci ilerledikçe, toplumda güçlü bir kamuoyu oluştu. Medya, davayı sürekli takip ederken, kadın cinayetlerinin artışına ve mevcut yasaların yetersizliğine dikkat çekti. Türkiye'de kadınların maruz kaldığı şiddetle ilgili veriler, her geçen gün korkutucu bir şekilde artış gösteriyor. Dava boyunca pek çok kadın, sosyal medya üzerinden tepkilerini dile getirerek #KadınaŞiddeteSon etiketiyle desteklerini sundular. Bu durum, kadın hakları konusunda ne denli geniş bir farkındalığın oluştuğunu kanıtlar nitelikteydi.
Sonuç olarak, mahkeme sanığın yalanlarının farkına vararak, "erkek olarak doğdu" ifadesinin geçersiz olduğuna kanaat getirdi ve beraat kararı verdi. Ancak karar, birçok feminist grup ve kadın hakları savunucusu tarafından lanetle karşılandı. Gerçekten de adalet, cinayetlerin arkasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görmeden nasıl sağlanabilir? Birçok kadın, bu kararla birlikte, adaletin işleyişinin sorgulanabilir olduğunu dile getirmeye başladı.
Özelikle sosyologlar ve psikologlar, bu tür davaların yalnızca bireysel suçlar değil, aynı zamanda toplumsal bir sorunun yansıması olduğuna dikkat çekiyor. Türkiye'de kadın cinayetleri ve şiddet olayları gün geçtikçe artarken, alınan bu tür kararların toplumsal değişim için etkili bir çözüm olup olmayacağı tartışılıyor. “Adaletin yerine gelmesi için yalnızca cezai yaptırımlar yeterli değil, toplumda bir farkındalık yaratmak şart,” diyor kadın hakları savunucuları.
Bunların yanı sıra, kamuoyunun, adalet sistemi üzerinde daha fazla baskı kurması gerektiği düşüncesi ağırlık kazandı. Türkiye, kadın hakları konusunda uluslararası anlaşmalara taraf olmasına rağmen, bu tür yalanların ortaya atılması ve mahkeme mekanizmalarının hala çokça sorgulanabilmesi, ülke içindeki adalet anlayışını sorgulatıyor. Kadınların hakları için mücadele veren gruplar, bu davanın sonuçlarının sadece bir mahkeme kararı olmadığını, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinin bir parçası olduğunu ifade ediyor.
Tüm bunlar ışığında, "Erkek olarak doğdu" yalanına beraat kararı verilmesi, toplumda geniş bir tartışmaya sebep oldu. Kadın cinayetleri ve şiddeti üzerine konuşmayı zorunlu kılan bu dava, adalet arayışında olan pek çok kadın için bir dönüm noktası olabilir. Umut ortaya çıkan bu tepkilerin, daha büyük değişiklikler ve farkındalık yaratacak bir harekete dönüşmesini sağlayacaktır. Her ne kadar geçmişte büyük acılar yaşamış kadınlar olsa da, gelecekte benzer durumların yaşanmaması için bu tür davalara dikkat edilmesi gerektiği vurgulanıyor.